20 Şubat 2008 Çarşamba

İyi ki varsın internet...


Üst kattan masa devrilme sesi, yan daireden kadın çığlığı, karşı dairenin açık penceresinden yükselen galiz küfürler... Tüm bunlardan bunalıp kendinizi dışarı attığınızda göreceğiniz manzara bundan çok da farklı olmuyor. Sokakta dolaşırken ya da market alışverişinde, kocası tarafından iteklenen bir kadın veya karısının küçük düşürücü sözlerine maruz kalan bir adam görmek artık günlük hayatımızın sıradan görüntüleri halini aldı. Çocuğun sokak ortasında tokatlanması çoktan vaka-i adiye oldu. Kimsenin bir başkasına tahammülü kalmamış, herkes patlamaya hazır bomba gibi bekliyor sanki.
Ama iyi ki internet var. İyi ki, nasıl olmuşsa; kavgadan nefret eden, eşini çok seven, çocuklarına fiske vurmayı bırakın kötü bir kelime bile kullanmamış kişilerin biraraya geldiği bazı samimi, sıcak, huzur veren siteler var. Bu sitelerin forumlarına biraz aşina olanlar bilirler; orada bulunanların hiçbiri çocuklarını dövmez ve hepsi de hala eşlerine aşık kişilerdir. Onların mükemmel birer aileleri vardır. Üyelerin tamamına yakını harikulade kişiler olduğu için itiraf edecekleri büyük hataları yoktur.En büyük itirafları aldıkları üç kilodur. Bu tür sitelerdeki dostluklar gayet sağlamdır, günlük hayatınızda yediğiniz kazıkların hiçbirini burda yeme riskiniz yoktur. Hatta herkes birbirini çok sevdiği için, sürekli iltifatlar alır, böylelikle ne kadar iyi bir insan olduğunuz gerçeğini hiç aklınızdan çıkarmazsınız. Yapılan dedikodular için söyleyebileceğim şey; o kadar kusur kadı sitesinde bile olur.
Sonuç olarak vardığım kanı, çevremdeki bu kavgacı insanlar bir şekilde engellenerek böyle güzide sitelere üye olmalarının önü kesilmiş. Kim engellemişse iyi yapmış, aferin ona... Yoksa böyle güzel insanları nasıl tanıyacak, o kavga gürültü ortamının taşındığı sitelerde onları nasıl farkedecektik?.. Nasıl mutlu olacak, mutlu ailelerin varlığından ve bu kadar çok olduğundan nasıl haberdar olacaktık?

17 Şubat 2008 Pazar

hastalıklı düşlerim...


Gecenin bu en kuytu, en yalnız, en sessiz, en kimsesiz saatinden merhaba...
Dışarıda kuvvetli bir fırtına var, dondurucu bir soğuk... Göz kapaklarım kapanıyor ama ben uykusuz... Bir dost sesine-sohbetine hasret geçen bir günün ( yüzlerce kalabalık arasında) bezdirici yorgunluğunda günlerdir uyku uyumadığım halde uyuyamayan ben... Küçüklüğümde, belki de bebekliğimde, belki de doğmadan önce yaşadığım, ya da yaşadığımı sandığım; aklıma düştükçe beni delirten rüya mı yaşanmışlık mı olduğunu şimdi tam olarak kestiremediğim hayaller düşüyor aklımın bir köşesine; korkuyorum... Bugün bile tarif edemediğim -yıllarca uğraşsam tarif edemeyeceğim- düşlerim geliyor aklıma. Şimdi girsem yatağa, uyumaya niyetli çırpınışlarım nafile olacak biliyorum. Biliyorum ki ben yine hiç sayıklayamayacağım uykumda, uyanık olduğum zamanlardaki gibi. Ve yine biliyorum ki, hiç ama hiç kimse anlayamayacak beni; ne uyurken, ne de uyanıkken gördüğüm düşlerin gerçekliğinde...

14 Şubat 2008 Perşembe

12 Şubat 2008 Salı

Öylesine bir yazı...






Sevgili blog, bugün 12 Şubat 2008 Salı. Canım sıkılıyor. Umumiyetle sıkkındır zaten benim canım. Bu halimi bilen bazı dostlarımın ‘ blog yapsana, oyalanırsın, sıkıntına iyi gelir’ şeklindeki tavsiyesiyle başladım bu işe ama, şimdi de sıkıntı kaynağım olmaya başladı blogum. Malum fıkradaki uyumak için koyun saymaya başlayan adamın; işi, koyunları kırkıp yünlerini satmaya kadar vardırması, sonra da parasını ne yapacağını düşünmekten uykusunun iyiden iyiye kaçmasına benzedi benim durumum da. Sanki bir şeyler yazmak, sürekli yeni bir şeyler bulundurmak zorunda hissetmeye başladım kendimi bu sayfada. Şimdi de baktım ki dört gündür bir yazım yok, yeni bir şeyler olsun, kırk yılda bir yanlışlıkla bloguma giren biri olursa ona da ayıp olmasın, yeni tarihli bir şeyler görsün maksadıyla çalakalem yazıyorum. Yine baştan uyarayım, şayet bu bloga kazara düştünüz de, gelmişken bir bakayım dediyseniz; bu yazıda hayatın anlamını, mutluluğun sırrını, ya da daha kestirme söyleyeyim işe yarar bir şey aramayın. Tam da sayıkladıklarımdan bir yazı işte…
Mesleğim itibariyle sürekli ‘havadan para kazanıyorsun’ ya da salak bir karının insanların diline doladığı ‘ havanız nasıl olursa olsun hede hödö..’ şeklindeki esprilerine sık sık maruz kalan biri olarak konuşmaya havadan bahsederek başlamayı sevmesem de, bazen ister istemez yapıyorum bunu. Bir haftadır çok soğuk, güneşe hasret kaldık, dibimiz dondu derken bu gün güneş biraz yüzünü gösterdi çünkü. Isıtmaktan uzak, somurtkan bir yüz de olsa gösterdiği, yine de iyi geldi. Benim gibi kapalı havaları seven bir bünye için bile bu uzun süren kapalılık sıkıcı olmaya başlamıştı.
Bugünlerde evde ailecek televizyon izlemek işkence olmaya başladı. Sevgililer Günü arifesinde reklam kuşakları da tektaş reklamlarıyla dolu. Bu tür günleri, bütün dünyanın kutladığı atanmış günleri, oldum olası sevmem. Tüketim çılgınlığının körüklendiği, kapitalist düzenin bir aldatmacası olan, sevgi adına yapılan ama işin tamamen maddiyatçılığa döküldüğü günler bunlar. Zaten efendim vs vs.. diye bunu uzattıkça uzatabilirim ama, yemediniz değil mi? Karım da yemiyor artık, ilk zamanlarda garibim bu dediklerime inanıyor, sesini çıkarmıyordu. Ama artık sessiz de olsa ( reklamlarda bana imalı bakışlar, ‘ojelerim nasıl?’ ayağına boş parmaklarını göstermeler falan) tepkisini göstermeye başladı. Ben de tektaş reklamlarında onun dikkatini başka taraflara çekmek için türlü maskaralıklar yapıp, kanal değiştirmek için bana en uzak koltukta duran uzaktan kumandanın üzerine bir kaleci çevikliğiyle atlarken bir tarafımı sakatlamazsam iyi. Uzaktan kumandanın olmadığı zamanlarda kocalar bu işi nasıl hallediyordu acaba. Televizyonda çocuklara uygun olmayan bir sahne olduğu zaman kanalı değiştirmek için adeta kumandayı parçalayan babaların işi uzaktan kumandanın olmadığı zamanlarda zormuş demek ki. Gerçi o zamanlarda uzaktan kumandaya da ihtiyaç yoktu, televizyon tek kanallıydı ve görüp göreceğimiz en müstehcen sahne, belgesellerdeki suaygırlarının çiftleşmesiydi. Zaten o yaşlarda o hayvancağızların yaptıkları işin ne olduğunu da anlayamazdık. Ama en azından sevgililer günü diye bir dertleri olmadığı için kıskanılası bir yanları olduğunun idrakine varmış bulunmaktayım şimdi. Yaratılmışların en şereflisi, en akıllısı olan insanı zavallı bir suaygırına gıpta edecek duruma düşürenler utansın, diyerek sosyal bir mesajla bitireyim yazımı…

İç ses: oldu oldu, güzel oldu, yayınlarım ben bu yazıyı…

8 Şubat 2008 Cuma



-‘’Gitmesen olmaz mı? ‘’ diyebildi cılız bir sesle genç adam.

Gitmese olmazdı genç kadın. Giderse olur muydu ,bilmiyordu ama; gitmese olmazdı…Gitmeliydi…Ertesi gün işe giderken giymeyi düşündüğü ve ütülenmek üzere yatağın üzerine bıraktığı gömleği valize sokuşturdu. Sonra tekrar valizden çıkarıp aldığı yere bıraktı. Son doğum gününde kocası almıştı bu gömleği. Arkadaşlarının kocalarına benzemezdi; zevkliydi, onun neyi beğeneceğini çok iyi bilirdi.

Ama şimdi gitmeliydi, kalmak ona pahalıya malolacaktı.

Adamın göğsüne, tam kalbinin üzerine bir taş oturmuştu olanca ağırlığıyla. Nefes alabiliyor muydu, farkında değildi. Her yutkunuşu nefes borusunda, bir kumaş gibi bükülüyormuş hissi oluşturuyordu. Bağıra bağıra ağlamak, ‘gitme kal!’ diye yalvarmak istiyordu. İşe yarayacağına dair en küçük bir umudu olsa, bütün gücünü toplayıp yapardı bunu. Ama o da karısını çok iyi tanıyordu.

Kadın hiçbir şey hissetmiyordu, ya da çok şey hissediyordu. Kızgın mıydı, kırgın mı, üzgün mü, yorgun mu bilmiyordu. Kurşun yarası sıcaklığında acı hissedilmezmiş diye duymuştu bir yerlerden. Bu da bir kurşun yarası mıydı… Tek istediği kendini bu odadan, bu evden, bu hayattan dışarı atmaktı bir an önce. Kapıyı çekti… Anahtarını almadığını fark edince duraksadı birden… Sonra bir daha o anahtara ihtiyacı olmadığını düşündü. İçinde kocaman bir boşluk duyumsadı. O kocaman boşluğu da yanına alıp uzaklaştı o kapıdan, o evden, o hayattan…

Adam, mutfakta özenle hazırlanmış ve öylece kalmış olan yemek masasının başında bir heykeldi. Beyninin içinde milyonlarca karınca dolaşıyordu, sigara paketine uzandı; elleri uyuşmuştu yakamadı sigarasını.

Koridora baktı uzun uzun. Koridor ona hiç bu kadar uzun görünmemişti daha önce. Bir dakikanın bu kadar uzun olabileceğini de bilmiyordu, kapı kapandıktan sonra geçen bir dakikayı yaşamadan önce.

Ev bomboş kalmıştı. ‘’Keşke karım giderken bu kocaman boşluğu da koysaydı valizine, ya da bana nasıl başa çıkabileceğimi öğretseydi’’ diye düşündü. Oysa kadın, boşluğun kendi payına düşen kısmını almıştı giderken ve nasıl başa çıkabileceğini o da bilmiyordu...

4 Şubat 2008 Pazartesi

İlk ayak sıfır...




Maçtan önce 'fark atacağız' ' parçalayacağız' çığlıkları atan Fenerlilerin maçtan sonra yenilmediklerine şükretmelerini görmek güzeldi. Ben kaçan galibiyete üzüldüm ve yüreğini sahaya koyan gençlerimizle gurur duydum. Dün yapamadığımızı inşallah rövanşta yapıp, Fenerbahçe'nin 25 yıllık kupa özlemini dindirme çabasını bir başka bahara bırakacağız.

Centilmence bir maç olması da sevindirici bir durum. Bu maçta herhangi bir olay yaşansaydı, rövanş maçı uzak bir tarihte olmadığı için, Galatasaraylıların öfkesi geçmeden Ali Sami Yen'de oynanacak ikinci maç çok kötü olaylara sahne olabilirdi.

İki takıma da önümüzdeki hafta oynanacak Avrupa Kupası maçlarında başarılar dilerim.


3 Şubat 2008 Pazar

doğum günüm...

An itibariyle, 36. yaşımdan saniyeler almış bulunmaktayım. Rahmetli Cahit Sıtkı’nın hesabına göre, yolun tam yarısındayım… Bugün 3 Şubat 2008… Benim doğum günüm, blogumu ziyaret eden pek fazla olmadığı için, muhtemelen tek başıma kutlayacağım bu günü. İyi ki doğdum ben, mutlu yıllar bana…


Profilimde yazan ‘öküz’ kelimesinin nerden geldiğini merak ederdim. Biraz da içerlerdim bu ‘öküz’e… Benim gibi burçlarla ilişkisi sadece günlük gazetelerin burç yorumlarını okuyup, bir yerden para gelecek mi diye beklemekle sınırlı biri için, bu öküzün ne anlama geldiğini anlamak bir hayli zor bir işti. Burçlarla ilgilenmediğim için bana öküz yakıştırmasını yaptılar sanıyordum :) Doğum günüm hasebiyle nette küçük bir araştırma yapınca bunun Çinlilerin öküzlüğü olduğunu keşfetmiş bulunmaktayım. Meğer Çin astrolojisine göre ben ‘öküz burcu’ mensubuymuşum. Şöyle ki efendim :

Öküz
19 Şubat 1901–7 Şubat 1902(metal)
6 Şubat 1913- 25 Ocak 1914(su)
24 Ocak 1925–12 Şubat 1926(odun)
11 Şubat 1937–30 Ocak 1938(ateş)
29 Ocak 1949–16 Şubat 1950(toprak)
15 Şubat 1961–4 Şubat 1962(metal)
3 Şubat 1973–22 Ocak 1974(su)
20 Şubat 1985–8 Şubat 1986(odun)
7 Şubat 1997–27 Ocak 1998(ateş)

Bu burcun ünlüleri:Bach, Handel, Van Gogh, Dvorak, Walt Disney, Charles Chaplin

Bu burcun insanları çok güvenilir ve dürüsttürler. Öküz burçları çok iyi yöneticidirler, ama heyecanlı olmamaları sebebiyle nadiren yüksek makamlara gelirler.Öküzlerin başarısının sırrı çalışkanlıkları ve sabırlarıdır. Bir işle kimsenin yapamayacağı kadar sıkı ve uzun süre uğraşabilirler; kendilerine inançları tamdır.Romantik olmamalarına karşın, çok sevgi dolu ve şefkatlidirler; fakat bir nebze olsun o sevginin karşılığını bulma konusunda çok şanssızdırlar. Çevresindeki insanlar onu çok iyi anlayamazlar ve çoğunlukla yanlış anlarlar. Ama öküzler çok anlayışlı ve sabırlıdırlar. Onlar seçebileceğiniz en iyi arkadaşlardır.İş dünyasında mantıkları ve planlı olmaları sonucu oldukça başarılıdırlar. El işleri ve sanata eğilimlidirler.Öküz’ün Çin sembolizminde çok önemli bir yeri vardır; çalışkanlığı, azmi, dayanıklılığı ve erdemi temsil eder.

Bir de parantez içinde yazılanlar var, sanırım onlar da 'yükselen' i oluyor. Benim yükselenim suymuş. Allahtan odun değil, hem öküz hem odun olanlar da var :) Beterin beteri var deyip halime şükredeyim...

2 Şubat 2008 Cumartesi

Yüzde yüz yerli...


Belki de iki takım arasındaki maçlarda, ilk defa bu kadar bariz bir favori var. Büyük bir çoğunluğun ortak görüşü bu maçı da Kanaryalar'ın farklı kazanacağı yolunda. Galatasaray'daki önemli eksikler, Fenerbahçe'nin son haftalardaki müthiş formu, Kadıköy'de yıllardır devam eden Fenerbahçe üstünlüğü ve kupa maçlarında ilk maçta ev sahibi takımın avantajlı bir skor, konuk takımın da ikinci maça umudunu taşıyabilecek bir skoru amaçlayarak çıkacak olması, tartışmasız favori olarak Fenerbahçe'yi öne çıkarıyor. Ama hiçbir maç oynanmadan kazanılmaz, ne olursa olsun bir derbi. Gönlüm tabii ki Galatasaray'dan yana, inşallah güzel ve zevkli bir maç olur.


Şubat ayında geride kalan maçlarda Fenerbahçe 12, Galatasaray 5 galibiyet alırken, 8 maç da berabere sonuçlandı. Bu ay içinde oynanan maçlarda sarı-lacivertlilerin toplam 49 golüne, sarı-kırmızılılar 34 golle yanıt verdi. Ezeli rakiplerin şubat ayı içinde yaptıkları maçlar genelde gollü sonuçları ortaya çıkarıyor. Fenerbahçe ile Galatasaray, aralarındaki 99 yılık rekabette birbirlerine karşı en farklı skorlu galibiyetlerinden bazılarını da yine şubat ayı içinde elde etti. Galatasaray, 12 Şubat 1911'de yapılan maçı 7-0'lık sonuçla kazandı ve bu skor şimdiye dek Fenerbahçe karşısında elde ettiği en farklı skorlu galibiyet olarak kayıtlara geçti. Fenerbahçe ise ezeli rakibi Galatasaray karşısında 23 Şubat 1936 ve 12 Aralık 1976'da 6-1'lik skorlarla galip geldi. Sarı-lacivertliler ayrıca 10 Şubat 1933'te de sahadan 5-1 galip ayrıldı. İki takım arasında şubat ayında yapılan son maçı Fenerbahçe, 2004 yılında Kadıköy'de 2-1'lik skorla kazanmıştı.