12 Şubat 2008 Salı

Öylesine bir yazı...






Sevgili blog, bugün 12 Şubat 2008 Salı. Canım sıkılıyor. Umumiyetle sıkkındır zaten benim canım. Bu halimi bilen bazı dostlarımın ‘ blog yapsana, oyalanırsın, sıkıntına iyi gelir’ şeklindeki tavsiyesiyle başladım bu işe ama, şimdi de sıkıntı kaynağım olmaya başladı blogum. Malum fıkradaki uyumak için koyun saymaya başlayan adamın; işi, koyunları kırkıp yünlerini satmaya kadar vardırması, sonra da parasını ne yapacağını düşünmekten uykusunun iyiden iyiye kaçmasına benzedi benim durumum da. Sanki bir şeyler yazmak, sürekli yeni bir şeyler bulundurmak zorunda hissetmeye başladım kendimi bu sayfada. Şimdi de baktım ki dört gündür bir yazım yok, yeni bir şeyler olsun, kırk yılda bir yanlışlıkla bloguma giren biri olursa ona da ayıp olmasın, yeni tarihli bir şeyler görsün maksadıyla çalakalem yazıyorum. Yine baştan uyarayım, şayet bu bloga kazara düştünüz de, gelmişken bir bakayım dediyseniz; bu yazıda hayatın anlamını, mutluluğun sırrını, ya da daha kestirme söyleyeyim işe yarar bir şey aramayın. Tam da sayıkladıklarımdan bir yazı işte…
Mesleğim itibariyle sürekli ‘havadan para kazanıyorsun’ ya da salak bir karının insanların diline doladığı ‘ havanız nasıl olursa olsun hede hödö..’ şeklindeki esprilerine sık sık maruz kalan biri olarak konuşmaya havadan bahsederek başlamayı sevmesem de, bazen ister istemez yapıyorum bunu. Bir haftadır çok soğuk, güneşe hasret kaldık, dibimiz dondu derken bu gün güneş biraz yüzünü gösterdi çünkü. Isıtmaktan uzak, somurtkan bir yüz de olsa gösterdiği, yine de iyi geldi. Benim gibi kapalı havaları seven bir bünye için bile bu uzun süren kapalılık sıkıcı olmaya başlamıştı.
Bugünlerde evde ailecek televizyon izlemek işkence olmaya başladı. Sevgililer Günü arifesinde reklam kuşakları da tektaş reklamlarıyla dolu. Bu tür günleri, bütün dünyanın kutladığı atanmış günleri, oldum olası sevmem. Tüketim çılgınlığının körüklendiği, kapitalist düzenin bir aldatmacası olan, sevgi adına yapılan ama işin tamamen maddiyatçılığa döküldüğü günler bunlar. Zaten efendim vs vs.. diye bunu uzattıkça uzatabilirim ama, yemediniz değil mi? Karım da yemiyor artık, ilk zamanlarda garibim bu dediklerime inanıyor, sesini çıkarmıyordu. Ama artık sessiz de olsa ( reklamlarda bana imalı bakışlar, ‘ojelerim nasıl?’ ayağına boş parmaklarını göstermeler falan) tepkisini göstermeye başladı. Ben de tektaş reklamlarında onun dikkatini başka taraflara çekmek için türlü maskaralıklar yapıp, kanal değiştirmek için bana en uzak koltukta duran uzaktan kumandanın üzerine bir kaleci çevikliğiyle atlarken bir tarafımı sakatlamazsam iyi. Uzaktan kumandanın olmadığı zamanlarda kocalar bu işi nasıl hallediyordu acaba. Televizyonda çocuklara uygun olmayan bir sahne olduğu zaman kanalı değiştirmek için adeta kumandayı parçalayan babaların işi uzaktan kumandanın olmadığı zamanlarda zormuş demek ki. Gerçi o zamanlarda uzaktan kumandaya da ihtiyaç yoktu, televizyon tek kanallıydı ve görüp göreceğimiz en müstehcen sahne, belgesellerdeki suaygırlarının çiftleşmesiydi. Zaten o yaşlarda o hayvancağızların yaptıkları işin ne olduğunu da anlayamazdık. Ama en azından sevgililer günü diye bir dertleri olmadığı için kıskanılası bir yanları olduğunun idrakine varmış bulunmaktayım şimdi. Yaratılmışların en şereflisi, en akıllısı olan insanı zavallı bir suaygırına gıpta edecek duruma düşürenler utansın, diyerek sosyal bir mesajla bitireyim yazımı…

İç ses: oldu oldu, güzel oldu, yayınlarım ben bu yazıyı…

3 yorum:

handes dedi ki...

çok bildik bir hikaye gibi geldi nedense:))) ama kesinlikle bu günlerin fazla abartıldığı düşüncesindeyim işin maddi boyutu düşünüldükçe ne yazıkki manevi duygular yokoluyor..

bulut dedi ki...

Hande di mi ya... Maddiyat olmamalı işin içinde. Tektaş olmazsa, can-ı gönülden bir 'seni seviyorum' da yetmeli... (pehhh!.. :) )

handes dedi ki...

okadarda değil yanii:))) bir kırmızı gül alın bari yaww:))