20 Kasım 2008 Perşembe

Hükümsüzdür...




Zavallı kedi yalvaran gözlerle, daha birkaç saat önce kendisine bir parça ekmek verdiği için içinin ısındığı küçük çocuğa bakıyordu. Onun merhametinden medet umuyordu, kuyruğuna bağlanan tenekenin onu deli eden sesine karışan aşağılık kahkahalara bir son verilmesi için. Oysa çocuk çoktan karıştırmıştı kahkahalarını kalabalıklarınkine. Bir parça ekmek için değildi biraz önce o çocuğu sevmesi, o ekmeği verişteki merhamet içindi. Şimdi de tüm insanların ona ‘nankör‘ yakıştırmasını doğrular olmasına aldırmadan; üzerine atlayıp her tarafını kanatmak istiyordu ekmek veren ellerin sahibinin…

……………………………………………….

İnsanın kendini yalnız, mutsuz, zayıf, bomboş hissettiği durumlarda; bir dosta en fazla ihtiyacı olduğu zamanlarda; güvendiği bir dostundan hiçbir destek görememesinden daha fazla insanın içini acıtan şey; o dostun bu zayıflığı fırsat bilir gibi kuyruğunuza teneke bağlayıp kahkahalar atmasıymış. O zaman çok daha fazla dokunuyormuş bu durum insana. O zaman kendinizi çok daha zavallı, değersiz hissediyormuşsunuz. O zaman hiç olmadığı kadar çok kızıyormuşsunuz kendinize, verdiğiniz değer için…
Canınızı yakmaktan aldığı hazzı gördükçe daha fazla yanan canınız, bir an önce çıksın istiyorsunuz. Bütün bu olan bitenin sizi bu kadar üzmesi, daha da çok üzülmeniz gibi bir kısır döngüye sebep oluyor. ‘’Ne hali varsa görsün’’ diyemediğiniz için kendinize küfürler savurup, kendi zayıflığınıza yanıyorsunuz. Bir küfür de ‘’ Beni öldürmeyen acı güçlendirir’’ diyen Nietzsche’ye savuruyorsunuz, kendinizde göremediğiniz güç için…






...

29 Ekim 2008 Çarşamba

Eski Dostlar




Daha dün kızıma eski fotoğraflarımı gösterirken; kızımın ‘’abi, abi’’ dediği çocuğun ben olduğuma önce kendim inanmam gerekti, kızımı ikna edebilmem için… Ortaokul yıllarımdaki bir fotoğrafımdı bu. Kaba bir hesapla 22-23 yıl önce çekilmiş bir fotoğraf. Oysa daha dün gibi hatırlıyorum o fotoğrafı çekildiğimiz günü. Ömrüm yeterse bugün çekildiğim fotoğrafları da 22 yıl sonra dün gibi hatırlayacağım ama ömrümün son çeyreğinde yaşıyor olacağım. Ne garip… İki ‘dün’ önce tüketilmiş bir gün gibi hayat.

O fotoğrafta birlikte göründüğüm arkadaşımdan bugün bir mail aldım. 22 yıldır görmediğim, sesini duymadığım, bir haber alamadığım arkadaşım beni facebook marifetiyle bulmuş ve iki satırlık bir mesaj yazmış: ‘’O sen misin...22 yıl önceki arkadaşım sen misin?’’ diye soran… Evet o benim, beni buldun işte… Ben de çok mutlu oldum seni bulduğuma. Biraz daha araştırırsak bütün sınıfı buluruz, ekibi tamamlarız belki. Ama bu iyi mi olur, emin değilim ben. Daha geçen yıl gitmiştim yatılı okuduğum okuluma. Arabayla etrafında 3 tur atmış, bahçesinde top oynayan çocukları seyretmiş, bahçeyi temizleyen Fehmi Abi’yi uzaktan görmüş, ama bir türlü cesaret edip de girememiştim okulun bahçesine. İçimde; korku mu, heyecan mı, hüzün mü, huzur mu, özlem mi olduğunu çözemediğim bir duyguyla uzaktan izlemiş ama girememiştim o bahçeden içeriye. Sanki o günler, öylece hafızamda kalsın, kızıma göstereceğim fotoğraflarda kalsın istedim…

Arkadaşımla belki bundan sonra sık sık görüşebiliz, uzak değil yaşadığı yer bana… Ama o artık bana ailesiyle ilgili bir sorununu anlattığında ağlayan küçük çocuk değil; ben de onu teselli etmeye çalışırken ondan fazla ağlayan çocuk değilim. Artık görüşsek bile, yemekhanede kapuska çıktığı günler için dolabımızda sakladığımız salça ve reçelleri paylaşamayacağız. O benim resim ödevlerimi yapmayacak artık, ben onun edebiyat ödevlerini… Belki ilk karşılaşmamızda o bana çocuğunun ne kadar güzel resim yaptığını anlatacak, ben de kızımın yarım yamalak konuşmalarını.


Suyun öbür tarafındaki tek Türk toprağındaydı okulum. Yukarıdaki fotoğraf da oraya giden köprüye ait.



...

9 Ekim 2008 Perşembe

Keşke...



Bazı günler vardır, bazı geceler ya da birkaç dakikadan ibaret olan yaşanmışlıklar. Keşke dediğimiz, keşke hiç yaşamasaydım, keşke onu hiç tanımasaydım, keşke o anda orada bulunmasaydım, keşke görmeseydim, keşke onu söylemeseydim. Daha da ileri gidip dilim kopsaydı da dediğimiz, ellerim kırılsaydı da, gözüm kör olsaydı, belki de ölseydim de yapmasaydım dediğimiz. Ama yapmış, görmüş, söylemişizdir; geri dönüş yoktur artık. Hiçbir özrün değiştiremeyeceği, geçmişimizde duran, telafisi olmayan… Verilen hiçbir şans o kırıp-döktüğümüzü onarmamıza yetmez. Keşke deriz sadece, o kara günü hayatımdan çıkarıp atabilsem, yaşanmadan önceki ana geri dönebilsem… Keşkeyle başlayan cümleler en büyük hastalıklarımız olur ve hiçbir tedavisi yoktur.
‘’Keşke dememek için çok daha dikkatli olmalıyız’’ gibi beylik cümleleri, keşkelik durumu yaşa(t)madan önce de defalarca duymuşuzdur oysa; ama nafiledir. Dikkatli olmak gerektiğini herkes bilir ama bilmek kesinlikle yeterli değildir. Hayat yaşamakla bile öğrenilemeyen karmakarışık bir olgudur. Ne zaman ne yapabileceğimizi kendimiz bile kestiremeyiz bazen. Yapabileceğimiz aptallıklar konusunda ne kadar büyük bir potansiyele sahip olduğumuzu; hiçbir zaman bu yaptığımızın son aptallık olmayacağını anlarız, son olmasını dileyip de tekrar tekrar yaşadığımız aptallıklarımızda…





.

3 Ekim 2008 Cuma

bayramın bendeki bilançosu




Çok şükür bir bayramı daha atlattım. Bana yorgunluk, fena bir grip, üst üste 48 saat çalışmak zorunda bırakması gibi kazıkları oldu ama geçti ya… Birkaç güne kadar toparlanırım nasıl olsa.

Bayramı tatil olarak görenlere, gelenekçi yanımla hep karşı çıksam da, asosyal tarafım haklı buluyor onları. Yüzünü bile görmek istemeyeceğim insanlarla bayram münasebetiyle yapılan görüşmeler, zoraki tebessümler, kalabalık, gürültü… Hatır için yediğim berbat ev yapımı baklavalar, ucuz çikolatalar, bu bayramda da neden çalışmak zorunda olduğumu bininci defa anlatmak zorunda kalışım da cabası. Sonuç olarak bayramları sevmediğimi bir kez daha anladım. Çocukluğuma dair hatırladığım birkaç keyifli bayram anısının hatrına seviyormuş gibi yaptığımı anladım. Tamam seven sevsin, küskünler barışsın, insanlar elele tutuşsun, birlik olsun, hayat bayram olsun ama, bana göre değil arkadaş. Şimdi birkaç gün de ‘’geçmiş bayramınız kutlu olsun’’ şeklinde artçı sarsıntıları olacak bunun. Geçmiş işte kardeşim, bırak geçmişte kalsın.

Başım çatlayacak gibi ağrıyor, ağrı kesici ve kahvelerle ayakta durmaya ve 48 saatlik nöbetin son 10 saatini tamamlamaya çalışıyorum. İstediğim sadece biraz sessizlik… Gel gör ki, işyerinin karşısındaki site sakinlerini bayram kesmemiş, bir de düğün yapıyorlar sokakta. Nasıl bed bir ses anlatamam: ‘’Kınayııı getirryy aneyyy!’’ Sen o kınayı al da münasip bir tarafına yak emi!..

29 Eylül 2008 Pazartesi

İyi bayramlar




Bayramınızı en içten dileklerimle kutlar, büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden öperim.

Bayramlarda sms göndermeyi sevmediğim için, sanırım en son yazılı bayram kutlamasını; ilkokul zamanlarımda, yukarıdaki cümleyle yaptım.

Herkese şeker tadında bayramlar dilerim ( Çoğu yerde karşıma çıkan bu moda tabiri ben de kullanmasam olmazdı... Kurban Bayramında da et tadında bayramlar deriz herhalde )

Neyse efendim, herkesin bayramını kutluyorum, iyi bayramlar...

27 Eylül 2008 Cumartesi

Nihayet... Ben de sobelendim.

Daha sobelenmenin bile ne demek olduğunu bilmiyorken, sağolsun Berrin beni sobelemiş. Ben de aynı soruları Aylin'e paslıyorum.


İsim : Bulut
Nerelisiniz : Kırklareli
Yaşadığınız yer : Kırklareli
Mesleğiniz : Meteoroloji
Hobileriniz : Yok
Evli misiniz : Evet
Kaç çocuğunuz var : Bir kızım var.
En sevdiğiniz yemek : Musakka
Sevdiğiniz müzik : Belirgin bir tür yok müzik zevkimde, dinlediğimde hoş gelen her müziği severim.
Nerelere gitmekten hoşlanırsın: Deniz, göl, akarsu... Herhangi bir su birikintisinin olduğu, balık tutabileceğim bir yerler olursa iyi olur.



Oldu herhalde...

29 Ağustos 2008 Cuma

Hüznümün mutlu yanıdır hazan mevsimi...




İlkbahar, yaz, sonbahar, kış... İlkokula başladığımızda bize bu sırayla öğretildi mevsimler, takvimlerin başlangıç ayı kışa denk gelmesine rağmen neden bu sıranın olduğunu hep merak ederdim o zaman. Bir de dört mevsimin üç tanesi kafamda o kadar farklılıklarına rağmen aynı canlanır, bir tek sonbahar başkalaşırdı benim için... Tabiatın canlanması, börtü böcek, kuş, kelebek kıvamındaki ilkbahar özendirmeleri bana yapmacık gelir, kendimi hiç de ilkokul kitaplarındaki; baharda piknik piknik dolaşan mutlu çocuk saçmalıklarında bulmazdım. Ben en çok uçurtma uçurmayı severdim küçükken, en uygun rüzgarı da sonbaharda yakalardım uçurtma için...
Bir tek ilkokulu bitirdiğim , ilk defa yatılı okula gideceğim sene Eylül içimi acıttı biraz... Babam beni okula götürüp, orda bıraktığında pansiyonun penceresinden ona el sallarken, yalnızken, korkmuşken, içimde bir yerleri mengeneyle sıkarlarken, nefes alamadığım o anda vazgeçer gibi oldum sonbaharı sevmekten, sonra alıştım...
Bahar benim için sonbahardı; ''ben her bahar aşık olurum'' gibi şarkıları da hep sonbaharı düşleyerek dinledim daha sonraları... Aşkın içinde nedense bir hüzün olmalıydı ve bu hüzün de en güzel sonbaharda yaşanırdı. İçimdeki güz aşkını, ilk gençlik aşkımın beni rüzgarlı bir sonbahar gecesi terketmiş olması da bitiremedi. Olsun; ayrılığın en güzel mevsimi de sonbahardı, sevdaya dahil olan ayrılıklar en güzel sonbaharda yaşanırdı.
Başka hangi mevsimde insan; üşümeyi , ısınmak için sevdiğine sokulmayı bu kadar özlemiş olduğunu duyumsar.
Tabiat sanki derin bir uykuya çekilirken, benim gibi yalnızlıktan keyif almasını bilen biri için ideal bir ortam olur. Sanki herşey uykuya dalmış, herkes biryerlere gitmiş ve koskoca dünyada bir tek ben kalmışım gibi hissederim bazen. O zaman sarı yapraklarla süslenmiş bir koruda, sadece ayaklarının altındaki yaprak hışırtısından başka hiç bir sesin olmadığı bir yerde dolaşmanın zevki az şey midir.
Sonbahar yalnızlık mevsimidir, hüzündeki mutluluğu bilenlerin mevsimidir, aşkın mevsimidir. Yine bir Eylül ayındayız, yine bir sonbahar başlangıcındayız. Bu sonbaharımın, son baharım olmamasını, daha yaşayacak çok hüzünlü mutluluklarım olmasını umuyorum.

( Henüz Eylül ayına 2 gün var, bu yazı da zaten geçen Eylül'den kalma... Bloga çok uzun bir ara vermişim, belki bu bir başlangıç olur diyerek, geçen yıl bir arkadaşın siparişiyle! yazmış olduğum bu yazıya rastlayınca aklıma blogum geldi.)

12 Mart 2008 Çarşamba

İstiklal Marşımız...




Bugün 12 Mart... İstiklal Marşı'nın, milli marşımız olarak kabul edilişinin 87. yıldönümü...

'Allah bir daha bu millete İstiklâl Marşı yazdırmasın!' M. Akif ERSOY




..................

kapılar... ( ne için? )

Ne içindir kapılar? Kapatmak için mi kendini tüm olan bitene, yoksa ardına kadar açık tutmak için mi?

‘Kapalı kapılar ardında’ insan pazarlıkları yapılsın diye mi düşünülmüş kapılar, her muallakta ‘açık kapı bırakmak’ için mi bizi sonsuz belirsizliklere sürükleyen…

Çalmadığımız kapı’ kalmamışken, ‘bütün kapılar yüzümüze kapatılmışken’ ‘kapı kapı dolaşmaktan’ yorgun düşen ruhumuzu, ‘kapısını aşındırdığımız’ hangi hekim iyi edebilir ki?

Kapısına geldiğimiz’ sevgili için çoktan ‘dış kapının mandalı’ olduğumuzu anladığımızda mı bizim için ‘en sevgili’ değildir artık o sevgili? Uzun zaman önce ‘kapıyı çarpıp’ çıktığında duymadık mı yoksa kapının sesini, kulaklarımızı sağır eden aşkın gürültüsünden…

‘Kapı komşumuz’ olan yalnızlığımızın her ‘çat kapı’ gelişinde, hazırlıksız yakalanmamız; bize yalnızlığa nasıl hazırlıklı olacağımızı bir türlü öğretememişse, gelen misafiri ‘kapı dışarı etme’ kabalığındaki cesareti verebilir mi zamanla?.. Sığınılacak bir ‘dost kapısının’ sıcaklığıyla takas edebilir miyiz yalnızlığı?..

Ama ben şimdi ‘ardına kadar açtığım kapılarımdan’ içime dolan herkesi ve her şeyi kovdum.
Kapatın kapılarımı!... Ruhum üşüyor…

20 Şubat 2008 Çarşamba

İyi ki varsın internet...


Üst kattan masa devrilme sesi, yan daireden kadın çığlığı, karşı dairenin açık penceresinden yükselen galiz küfürler... Tüm bunlardan bunalıp kendinizi dışarı attığınızda göreceğiniz manzara bundan çok da farklı olmuyor. Sokakta dolaşırken ya da market alışverişinde, kocası tarafından iteklenen bir kadın veya karısının küçük düşürücü sözlerine maruz kalan bir adam görmek artık günlük hayatımızın sıradan görüntüleri halini aldı. Çocuğun sokak ortasında tokatlanması çoktan vaka-i adiye oldu. Kimsenin bir başkasına tahammülü kalmamış, herkes patlamaya hazır bomba gibi bekliyor sanki.
Ama iyi ki internet var. İyi ki, nasıl olmuşsa; kavgadan nefret eden, eşini çok seven, çocuklarına fiske vurmayı bırakın kötü bir kelime bile kullanmamış kişilerin biraraya geldiği bazı samimi, sıcak, huzur veren siteler var. Bu sitelerin forumlarına biraz aşina olanlar bilirler; orada bulunanların hiçbiri çocuklarını dövmez ve hepsi de hala eşlerine aşık kişilerdir. Onların mükemmel birer aileleri vardır. Üyelerin tamamına yakını harikulade kişiler olduğu için itiraf edecekleri büyük hataları yoktur.En büyük itirafları aldıkları üç kilodur. Bu tür sitelerdeki dostluklar gayet sağlamdır, günlük hayatınızda yediğiniz kazıkların hiçbirini burda yeme riskiniz yoktur. Hatta herkes birbirini çok sevdiği için, sürekli iltifatlar alır, böylelikle ne kadar iyi bir insan olduğunuz gerçeğini hiç aklınızdan çıkarmazsınız. Yapılan dedikodular için söyleyebileceğim şey; o kadar kusur kadı sitesinde bile olur.
Sonuç olarak vardığım kanı, çevremdeki bu kavgacı insanlar bir şekilde engellenerek böyle güzide sitelere üye olmalarının önü kesilmiş. Kim engellemişse iyi yapmış, aferin ona... Yoksa böyle güzel insanları nasıl tanıyacak, o kavga gürültü ortamının taşındığı sitelerde onları nasıl farkedecektik?.. Nasıl mutlu olacak, mutlu ailelerin varlığından ve bu kadar çok olduğundan nasıl haberdar olacaktık?

17 Şubat 2008 Pazar

hastalıklı düşlerim...


Gecenin bu en kuytu, en yalnız, en sessiz, en kimsesiz saatinden merhaba...
Dışarıda kuvvetli bir fırtına var, dondurucu bir soğuk... Göz kapaklarım kapanıyor ama ben uykusuz... Bir dost sesine-sohbetine hasret geçen bir günün ( yüzlerce kalabalık arasında) bezdirici yorgunluğunda günlerdir uyku uyumadığım halde uyuyamayan ben... Küçüklüğümde, belki de bebekliğimde, belki de doğmadan önce yaşadığım, ya da yaşadığımı sandığım; aklıma düştükçe beni delirten rüya mı yaşanmışlık mı olduğunu şimdi tam olarak kestiremediğim hayaller düşüyor aklımın bir köşesine; korkuyorum... Bugün bile tarif edemediğim -yıllarca uğraşsam tarif edemeyeceğim- düşlerim geliyor aklıma. Şimdi girsem yatağa, uyumaya niyetli çırpınışlarım nafile olacak biliyorum. Biliyorum ki ben yine hiç sayıklayamayacağım uykumda, uyanık olduğum zamanlardaki gibi. Ve yine biliyorum ki, hiç ama hiç kimse anlayamayacak beni; ne uyurken, ne de uyanıkken gördüğüm düşlerin gerçekliğinde...

14 Şubat 2008 Perşembe

12 Şubat 2008 Salı

Öylesine bir yazı...






Sevgili blog, bugün 12 Şubat 2008 Salı. Canım sıkılıyor. Umumiyetle sıkkındır zaten benim canım. Bu halimi bilen bazı dostlarımın ‘ blog yapsana, oyalanırsın, sıkıntına iyi gelir’ şeklindeki tavsiyesiyle başladım bu işe ama, şimdi de sıkıntı kaynağım olmaya başladı blogum. Malum fıkradaki uyumak için koyun saymaya başlayan adamın; işi, koyunları kırkıp yünlerini satmaya kadar vardırması, sonra da parasını ne yapacağını düşünmekten uykusunun iyiden iyiye kaçmasına benzedi benim durumum da. Sanki bir şeyler yazmak, sürekli yeni bir şeyler bulundurmak zorunda hissetmeye başladım kendimi bu sayfada. Şimdi de baktım ki dört gündür bir yazım yok, yeni bir şeyler olsun, kırk yılda bir yanlışlıkla bloguma giren biri olursa ona da ayıp olmasın, yeni tarihli bir şeyler görsün maksadıyla çalakalem yazıyorum. Yine baştan uyarayım, şayet bu bloga kazara düştünüz de, gelmişken bir bakayım dediyseniz; bu yazıda hayatın anlamını, mutluluğun sırrını, ya da daha kestirme söyleyeyim işe yarar bir şey aramayın. Tam da sayıkladıklarımdan bir yazı işte…
Mesleğim itibariyle sürekli ‘havadan para kazanıyorsun’ ya da salak bir karının insanların diline doladığı ‘ havanız nasıl olursa olsun hede hödö..’ şeklindeki esprilerine sık sık maruz kalan biri olarak konuşmaya havadan bahsederek başlamayı sevmesem de, bazen ister istemez yapıyorum bunu. Bir haftadır çok soğuk, güneşe hasret kaldık, dibimiz dondu derken bu gün güneş biraz yüzünü gösterdi çünkü. Isıtmaktan uzak, somurtkan bir yüz de olsa gösterdiği, yine de iyi geldi. Benim gibi kapalı havaları seven bir bünye için bile bu uzun süren kapalılık sıkıcı olmaya başlamıştı.
Bugünlerde evde ailecek televizyon izlemek işkence olmaya başladı. Sevgililer Günü arifesinde reklam kuşakları da tektaş reklamlarıyla dolu. Bu tür günleri, bütün dünyanın kutladığı atanmış günleri, oldum olası sevmem. Tüketim çılgınlığının körüklendiği, kapitalist düzenin bir aldatmacası olan, sevgi adına yapılan ama işin tamamen maddiyatçılığa döküldüğü günler bunlar. Zaten efendim vs vs.. diye bunu uzattıkça uzatabilirim ama, yemediniz değil mi? Karım da yemiyor artık, ilk zamanlarda garibim bu dediklerime inanıyor, sesini çıkarmıyordu. Ama artık sessiz de olsa ( reklamlarda bana imalı bakışlar, ‘ojelerim nasıl?’ ayağına boş parmaklarını göstermeler falan) tepkisini göstermeye başladı. Ben de tektaş reklamlarında onun dikkatini başka taraflara çekmek için türlü maskaralıklar yapıp, kanal değiştirmek için bana en uzak koltukta duran uzaktan kumandanın üzerine bir kaleci çevikliğiyle atlarken bir tarafımı sakatlamazsam iyi. Uzaktan kumandanın olmadığı zamanlarda kocalar bu işi nasıl hallediyordu acaba. Televizyonda çocuklara uygun olmayan bir sahne olduğu zaman kanalı değiştirmek için adeta kumandayı parçalayan babaların işi uzaktan kumandanın olmadığı zamanlarda zormuş demek ki. Gerçi o zamanlarda uzaktan kumandaya da ihtiyaç yoktu, televizyon tek kanallıydı ve görüp göreceğimiz en müstehcen sahne, belgesellerdeki suaygırlarının çiftleşmesiydi. Zaten o yaşlarda o hayvancağızların yaptıkları işin ne olduğunu da anlayamazdık. Ama en azından sevgililer günü diye bir dertleri olmadığı için kıskanılası bir yanları olduğunun idrakine varmış bulunmaktayım şimdi. Yaratılmışların en şereflisi, en akıllısı olan insanı zavallı bir suaygırına gıpta edecek duruma düşürenler utansın, diyerek sosyal bir mesajla bitireyim yazımı…

İç ses: oldu oldu, güzel oldu, yayınlarım ben bu yazıyı…

8 Şubat 2008 Cuma



-‘’Gitmesen olmaz mı? ‘’ diyebildi cılız bir sesle genç adam.

Gitmese olmazdı genç kadın. Giderse olur muydu ,bilmiyordu ama; gitmese olmazdı…Gitmeliydi…Ertesi gün işe giderken giymeyi düşündüğü ve ütülenmek üzere yatağın üzerine bıraktığı gömleği valize sokuşturdu. Sonra tekrar valizden çıkarıp aldığı yere bıraktı. Son doğum gününde kocası almıştı bu gömleği. Arkadaşlarının kocalarına benzemezdi; zevkliydi, onun neyi beğeneceğini çok iyi bilirdi.

Ama şimdi gitmeliydi, kalmak ona pahalıya malolacaktı.

Adamın göğsüne, tam kalbinin üzerine bir taş oturmuştu olanca ağırlığıyla. Nefes alabiliyor muydu, farkında değildi. Her yutkunuşu nefes borusunda, bir kumaş gibi bükülüyormuş hissi oluşturuyordu. Bağıra bağıra ağlamak, ‘gitme kal!’ diye yalvarmak istiyordu. İşe yarayacağına dair en küçük bir umudu olsa, bütün gücünü toplayıp yapardı bunu. Ama o da karısını çok iyi tanıyordu.

Kadın hiçbir şey hissetmiyordu, ya da çok şey hissediyordu. Kızgın mıydı, kırgın mı, üzgün mü, yorgun mu bilmiyordu. Kurşun yarası sıcaklığında acı hissedilmezmiş diye duymuştu bir yerlerden. Bu da bir kurşun yarası mıydı… Tek istediği kendini bu odadan, bu evden, bu hayattan dışarı atmaktı bir an önce. Kapıyı çekti… Anahtarını almadığını fark edince duraksadı birden… Sonra bir daha o anahtara ihtiyacı olmadığını düşündü. İçinde kocaman bir boşluk duyumsadı. O kocaman boşluğu da yanına alıp uzaklaştı o kapıdan, o evden, o hayattan…

Adam, mutfakta özenle hazırlanmış ve öylece kalmış olan yemek masasının başında bir heykeldi. Beyninin içinde milyonlarca karınca dolaşıyordu, sigara paketine uzandı; elleri uyuşmuştu yakamadı sigarasını.

Koridora baktı uzun uzun. Koridor ona hiç bu kadar uzun görünmemişti daha önce. Bir dakikanın bu kadar uzun olabileceğini de bilmiyordu, kapı kapandıktan sonra geçen bir dakikayı yaşamadan önce.

Ev bomboş kalmıştı. ‘’Keşke karım giderken bu kocaman boşluğu da koysaydı valizine, ya da bana nasıl başa çıkabileceğimi öğretseydi’’ diye düşündü. Oysa kadın, boşluğun kendi payına düşen kısmını almıştı giderken ve nasıl başa çıkabileceğini o da bilmiyordu...

4 Şubat 2008 Pazartesi

İlk ayak sıfır...




Maçtan önce 'fark atacağız' ' parçalayacağız' çığlıkları atan Fenerlilerin maçtan sonra yenilmediklerine şükretmelerini görmek güzeldi. Ben kaçan galibiyete üzüldüm ve yüreğini sahaya koyan gençlerimizle gurur duydum. Dün yapamadığımızı inşallah rövanşta yapıp, Fenerbahçe'nin 25 yıllık kupa özlemini dindirme çabasını bir başka bahara bırakacağız.

Centilmence bir maç olması da sevindirici bir durum. Bu maçta herhangi bir olay yaşansaydı, rövanş maçı uzak bir tarihte olmadığı için, Galatasaraylıların öfkesi geçmeden Ali Sami Yen'de oynanacak ikinci maç çok kötü olaylara sahne olabilirdi.

İki takıma da önümüzdeki hafta oynanacak Avrupa Kupası maçlarında başarılar dilerim.


3 Şubat 2008 Pazar

doğum günüm...

An itibariyle, 36. yaşımdan saniyeler almış bulunmaktayım. Rahmetli Cahit Sıtkı’nın hesabına göre, yolun tam yarısındayım… Bugün 3 Şubat 2008… Benim doğum günüm, blogumu ziyaret eden pek fazla olmadığı için, muhtemelen tek başıma kutlayacağım bu günü. İyi ki doğdum ben, mutlu yıllar bana…


Profilimde yazan ‘öküz’ kelimesinin nerden geldiğini merak ederdim. Biraz da içerlerdim bu ‘öküz’e… Benim gibi burçlarla ilişkisi sadece günlük gazetelerin burç yorumlarını okuyup, bir yerden para gelecek mi diye beklemekle sınırlı biri için, bu öküzün ne anlama geldiğini anlamak bir hayli zor bir işti. Burçlarla ilgilenmediğim için bana öküz yakıştırmasını yaptılar sanıyordum :) Doğum günüm hasebiyle nette küçük bir araştırma yapınca bunun Çinlilerin öküzlüğü olduğunu keşfetmiş bulunmaktayım. Meğer Çin astrolojisine göre ben ‘öküz burcu’ mensubuymuşum. Şöyle ki efendim :

Öküz
19 Şubat 1901–7 Şubat 1902(metal)
6 Şubat 1913- 25 Ocak 1914(su)
24 Ocak 1925–12 Şubat 1926(odun)
11 Şubat 1937–30 Ocak 1938(ateş)
29 Ocak 1949–16 Şubat 1950(toprak)
15 Şubat 1961–4 Şubat 1962(metal)
3 Şubat 1973–22 Ocak 1974(su)
20 Şubat 1985–8 Şubat 1986(odun)
7 Şubat 1997–27 Ocak 1998(ateş)

Bu burcun ünlüleri:Bach, Handel, Van Gogh, Dvorak, Walt Disney, Charles Chaplin

Bu burcun insanları çok güvenilir ve dürüsttürler. Öküz burçları çok iyi yöneticidirler, ama heyecanlı olmamaları sebebiyle nadiren yüksek makamlara gelirler.Öküzlerin başarısının sırrı çalışkanlıkları ve sabırlarıdır. Bir işle kimsenin yapamayacağı kadar sıkı ve uzun süre uğraşabilirler; kendilerine inançları tamdır.Romantik olmamalarına karşın, çok sevgi dolu ve şefkatlidirler; fakat bir nebze olsun o sevginin karşılığını bulma konusunda çok şanssızdırlar. Çevresindeki insanlar onu çok iyi anlayamazlar ve çoğunlukla yanlış anlarlar. Ama öküzler çok anlayışlı ve sabırlıdırlar. Onlar seçebileceğiniz en iyi arkadaşlardır.İş dünyasında mantıkları ve planlı olmaları sonucu oldukça başarılıdırlar. El işleri ve sanata eğilimlidirler.Öküz’ün Çin sembolizminde çok önemli bir yeri vardır; çalışkanlığı, azmi, dayanıklılığı ve erdemi temsil eder.

Bir de parantez içinde yazılanlar var, sanırım onlar da 'yükselen' i oluyor. Benim yükselenim suymuş. Allahtan odun değil, hem öküz hem odun olanlar da var :) Beterin beteri var deyip halime şükredeyim...

2 Şubat 2008 Cumartesi

Yüzde yüz yerli...


Belki de iki takım arasındaki maçlarda, ilk defa bu kadar bariz bir favori var. Büyük bir çoğunluğun ortak görüşü bu maçı da Kanaryalar'ın farklı kazanacağı yolunda. Galatasaray'daki önemli eksikler, Fenerbahçe'nin son haftalardaki müthiş formu, Kadıköy'de yıllardır devam eden Fenerbahçe üstünlüğü ve kupa maçlarında ilk maçta ev sahibi takımın avantajlı bir skor, konuk takımın da ikinci maça umudunu taşıyabilecek bir skoru amaçlayarak çıkacak olması, tartışmasız favori olarak Fenerbahçe'yi öne çıkarıyor. Ama hiçbir maç oynanmadan kazanılmaz, ne olursa olsun bir derbi. Gönlüm tabii ki Galatasaray'dan yana, inşallah güzel ve zevkli bir maç olur.


Şubat ayında geride kalan maçlarda Fenerbahçe 12, Galatasaray 5 galibiyet alırken, 8 maç da berabere sonuçlandı. Bu ay içinde oynanan maçlarda sarı-lacivertlilerin toplam 49 golüne, sarı-kırmızılılar 34 golle yanıt verdi. Ezeli rakiplerin şubat ayı içinde yaptıkları maçlar genelde gollü sonuçları ortaya çıkarıyor. Fenerbahçe ile Galatasaray, aralarındaki 99 yılık rekabette birbirlerine karşı en farklı skorlu galibiyetlerinden bazılarını da yine şubat ayı içinde elde etti. Galatasaray, 12 Şubat 1911'de yapılan maçı 7-0'lık sonuçla kazandı ve bu skor şimdiye dek Fenerbahçe karşısında elde ettiği en farklı skorlu galibiyet olarak kayıtlara geçti. Fenerbahçe ise ezeli rakibi Galatasaray karşısında 23 Şubat 1936 ve 12 Aralık 1976'da 6-1'lik skorlarla galip geldi. Sarı-lacivertliler ayrıca 10 Şubat 1933'te de sahadan 5-1 galip ayrıldı. İki takım arasında şubat ayında yapılan son maçı Fenerbahçe, 2004 yılında Kadıköy'de 2-1'lik skorla kazanmıştı.

31 Ocak 2008 Perşembe

yok deve!..

'' deve, deve saatin kaç?''
'' yanlış oldu usta, tilkiye soracan onu...''
'' olsun ben sana sordum, sen söyle''
'' olmaz birader, söyleyemem''
'' niye ki? senin de saatin var, sen söylesen n'olur?''
'' yok olmaz, söyleyemem. bu konuda konuşmaya yetkili değilim. benim olayım başka. bana 'boynun neden eğri' diye sorabilirsin mesela. ''
'' neren doğru ki? ''
'' rol çalma lenn!... o benim repliğim.''
'' n'oluyoruz ya! ne rolü, ne repliği?''
'' herkese bir rol biçilmiş oynayacaksın, itiraz yok!..''
'' kendi işimi kendim yaptığım için mi benim ensem kalın? kendi işimi kendim yapıyorsam, kendi sözlerimi neden başkası seçiyor?''
'' orasını bilmem. ama herkesten beklenen sözler vardır, onları söylemeleri gerekir. bülbül 'ah vatanım' demek, balık baştan kokmak zorunda. futbolcular 'önümüzdeki maçlara bakacağız' doktorlar 'üç beyazdan uzak durun' birbirini yiyen şarkıcılar 'hepiiimiiizz kardeeeşiiizz' üniversite hocaları her fırsatta 'laiklik elden gidiyor' cami hocaları 'din elden gidiyor' her daim karamsar olanlar 'ülke elden gidiyor' ... ''
'' yeter, yeter vazgeçtim, saati sormadım farzet. ben kaçtım görüşürüz''
'' dur ya nereye? ne güzel konuşuyorduk''
'' yok abi, ben ormanın derinliklerinde kaybolmak istiyorum, bye!.. ''

29 Ocak 2008 Salı

Birgün ''Giden'' Ben Olacağım.




Benden aldığı sigaradan derin bir nefes çektikten sonra , biraz da ona sigara vermiş olmamdan cesaret alarak boğuk bir sesle:


- Bi bira ısmarlasana abi...


Gözleri kan çanağıydı. Üzerinde rengi solmuş bir ceket, beyaz gömleğinin yıpranmış yakasında oraya ait değilmiş gibi duran düz bir kravat, defalarca yıkanıp ütülenmekten parlamış pantolon ve siyah mı, kahverengi mi olduğu anlaşılamayan boyasız ayakkabılarıyla perişan bir görüntüsü vardı. Yıllardır uyumamış hissi veren yorgun gözleriyle bana bakarken sanki bir bira değil de, hayatını kurtaracak bir şey istiyor gibiydi.


Garsona işaret edip ona bir bira getirmesini söyledim. Bir an önce televizyondaki maçı izlemeye dönmek için sabırsızlanıyordum. Benimle konuşmasından çekindiğim için onunla gözgöze gelmemeye çaba sarfederek etrafa göz gezdirdim. Lanet olası birahane boşalmak için benim oturmamı bekliyormuş sanki. On dakika önce geldiğimde bütün masalar dolu, bir tek bu masada, bu sarhoşun karşısındaki sandalye boştu. Şimdiyse içerideki kalabalık yarı yarıya azalmış, bir kaç masa tamamen boşalmıştı. Bu boş masalardan birine geçmeyi düşündüm, sonra adama ayıp olur düşüncesiyle vazgeçtim. Bazen otobüste ya da benzeri bir yerde, yanımda oturan kişi boşalan başka iki koltuklu bir yere geçtiğinde, sanki benden kaçmış gibi düşünür ve bundan rahatsızlık duyarım. Benim bu saçma sapan takıntılarımın başka insanlarda da olabileceğini düşündüğüm için de kimsenin yanından giden olmak istemem. Bu takıntım belki de bütün hayatım için geçerli; gitmek, birilerini terketmek benim için hep zordur. Hayatım boyunca terketmek istediğim yerlerde mecburi ikamet edişim ve bunun bana verdiği sıkıntılara katlandığım gibi; bu masadan, şu sarhoşun yanından bile gidememiş olmama içimden kızarak orada kalmaya devam ettim.


- Sağol, dedi koluma dokunup, gözleriyle elindeki bira bardağını işaret ederek.


- Afiyet olsun.


- Kusura bakma, üzerime fazla para almamışım. Yarın gece de ben sana ısmarlarım.


- Önemli değil.


- Önemli olmaz olur mu, artık kimse kimseye bir çöp bile vermiyor, sağol gerçekten.


Hafif bir gülümsemeyle karışık başımı sallayıp tekrar televizyona döndüm. ''Belli ki parasızlığından utanıyordu, yarın gece de o ısmarlayacakmış. Biraz zor bulursun sen beni yarın gece. Rahat bıraksa da şu maçı izlesem, fazla yüz vermemek gerek böylelerine. Çenesi düştü mü, kurtul kurtulabilirsen. Şimdi dönüp yüzüne baksam, hangi takımı tuttuğunu sorsam mesela, hayat hikayesini anlatmaya kadar vardırır işi eminim. Mutlaka öncesinde zengin, mutlu bir hayatı, güzel bir karısı, 2 tane çocuğu vardır. Sonra herşeyini kaybetmiş, karısı da çocukları alıp terketmiştir. ''



Yine aynı şeyi yapıyordum. Adam anlatsa bunları kafam daha az meşgul olur, maçı daha rahat izlerdim. Bense kafamdaki senaryoyla kendimi daha fazla oyalıyordum. ''Nerden de oturdum bu adamın masasına. Kalkıp karşıdaki boş masaya geçeyim ben en iyisi.'' diye düşündüm.


Tabi yine gidemedim. ''Aman boşver, zaten maç da pek zevksiz.'' Benden başka maç izleyen de olmayınca, birahaneci televizyonun sesini kısıp, radyoyu açtı. Sanki yarım saattir beynimi meşgul eden düşünceleri biliyormuş gibiydi çalan şarkının sözleri:


Ben bu yüzden hiç kimseden gidemem, gitmem.

Unutamam acı tatlı ne varsa, hazinemdir.


Maçı falan boşvermiş, adamın hayat hikayesi, kafamdakine ne kadar uyuyor diye merak etmeye başlamıştım. Bir bira daha ısmarlayayım diye düşündüm. Başımı onun sandalyesine çevirdiğimde, adamın kalkıp başka masaya oturduğunu gördüm.



Biten ilişkilerimde bile terketmeyi beceremeyen ben, hiçbir şey yapmadan öylece bekleyerek, belki de terkedilmeyi bekleyerek, zaman geçiriyorum. Kendime işkence ederek de olsa fiilen bitmiş ilişkilerden kurtulmak için terketmeyi göze alamayacak kadar korkak davranıyorum. Bitse de kurtulsam dediklerimin ardından bile acı çekiyorum sonra da. Bana göre bu hayatta en güçlü insanlar terketmeyi bilenlerdir. Terkedip giden, bir daha da arkasına dönüp bakmamayı becerebilenler. Bunlar aynı zamanda en akıllılardır da benim nazarımda, terkettiği kişinin aslında çok daha önce kendisini terketmiş olduğunun farkındadırlar.



Birgün hiç tanımadığım bir sarhoşla aynı masaya oturursam, boşalan ilk yere geçmekle başlayacağım terketme çalışmalarıma...












17 Ocak 2008 Perşembe

kaçış planı




Bugünlerde kiminle biraz derin bir sohbete dalsam, aynı konu. Herkeste bir kaçış hevesi; sorunlardan kaçış, sorumluluktan kaçış, aidiyetten kaçış, bağlanmaktan kaçış... Bizi üzen, sıkan, bunaltan, delirten her şeyi bırakıp; olabildiğince uzakta almak soluğu. Bulunduğumuz yerin dışında sihirli bir yer olduğuna inandırmışız kendimizi. Herşeyi burada bırakabileceğimizi varsayıyoruz bu kaçışta. Gideceğimiz yeni yerde, buradaki canımızı sıkan şeylerin hiçbiri olmayacak, mutlu-mesut yaşayıp gideceğiz. Böyle bir yer tabii ki yok, klasik deyişle gideceğimiz her yere kendimizi de götürdükten sonra gitmemiz ne kadar anlamlı olacak tartışılır. Benim asıl kafama takılan, bulunduğu şartlardan memnun olmayan kişilerin çokluğu. Öyle ki, arkasında bıraktıkları için hiç üzülmeyecek kadar mutsuz kişiler. Ailesini, dostlarını, evini, şehrini terketmeyi isteyecek duruma geliyor insanlar. Bunu hiçbir zaman göze alamayacak olduğumuzun farkında olarak, aslında daha büyük mutsuzluğa mahkum ediyoruz belki de kendimizi.


Dünyanın en iyi korunan hapishanesindeki mahkumun kaçma hayalinden pek farklı gelmiyor bana bu durum. Bu hapishanede aynı odada kalan iki mahkumdan biri sürekli başarısız olan kaçış planlarıyla zaten çok kötü olan hapishane şartlarını kendisi için daha da çekilmez hale getirecek; kaderine razı olan, o hapishane odasında cezası bitene kadar kalmayı kabullenmiş olan diğer mahkum ise, mutlu olmasa da biraz daha huzurlu bir hayat sürecektir. Hangisinin daha akıllıca bir davranış olduğu konusunda bir fikrim yok, bu konudaki fikrim sanırım hapishane şartlarının seyrine göre şekillenecek.


15 Ocak 2008 Salı

Beni Bu havalar Mahvetti!..


Günlerdir içinde yaşamakta olduğumuz stratus bulutu nihayet bizi terketti. Bugün rüzgarsız, sakin bir havada; sabahtan beri ince ince ama inatla yağmakta olan bir yağmur var, en ahmağımızı bile ıslatamayacak cinsinden... Bütün bunları meslek sevgimin kabarmış olmasından dolayı yazmıyorum. Böyle havalar iyi gelir, içimi huzur kaplar, sebepsiz bir mutluluk yaşatırken bana; bugün aynı duyguları yaşatmıyor olmasının sebebini merak ettiğim için yazıyorum. Sanki Orhan Veli'nin dediği gibi içkiye benzer bi'şey var bu havalarda... İçkiye benzer... Bulutlar bile esrimiş, rüzgar olmamasına rağmen bir sağa bir sola yalpalayıp duruyor. İçkiye benzer... İçine çekişinde yalancı bir mutluluk veriyor, sonrasında dayanılmaz başağrıları... İçkiye benzer... Bir daha ayılamayacakmışcasına sarhoş eden, ne yazdığımı ne dediğimi bildirmeyen...